Hayatımızda hayali bir takvim olduğunu hayal edersek orada kırmızıyla işaretlenmiş unutamayacağımız, bize sanki hayatımızı kökünden değiştirecekmiş gibi hissettiren, bazı günler vardır. Öyle günlerde gözlerimiz artık dünyayı aynı görmez, kulaklarımız aynı sesleri duymaz; sanırsınız ki nefes alışınız bile değişmiş. Böyle dediğimde sanki o kırmızıyla işaretlediğim gün harikaymış gibi görünüyor değil mi? Tam aksine. O gün; içimde hissettiğim o gönül rahatlığını, huzurumu kaybettiğim gündü. Tam dört sene önce, her istediğim oluyormuş gibi hissediyordum. Gençliğimde hissettiğim adeta bir yapboz gibi olan hayatımın parçaları hala inanamasam da tek tek yerlerine oturmuş gibiydi. Daha ne isteyebilirim ki diye düşünüyordum. Yeni yeni oluşmaya başlamış üç kişilik çekirdek ailem, koskocaman halalarım, teyzelerim, amcalarımdan oluşan canım geniş ailem, çok sevdiğim bir işim, karşıma çıkacak zorluklara benimle beraber göğüs gereceğine inandığım, yıllardır yediğimizin içtiğimizin ayrı gitmediği dostlarım, refah içinde bir ev hayatım vardı. İç huzurum tamamıyla yerinde, mutluluk ve neşe doluydum. O gün ise içimde nedenini kestiremediğim bir huzursuzluk hali vardı. O sabahtan beri. Sebebini migrenime bağlayıp geçiştirmiştim ama tuhaf hissediyordum. O gün bir şey olacaktı, olması gerekiyordu. O gün otuz sekizinci yaş günüm olmasına rağmen hislerim hiç olumlu değildi. Havadandır diye düşündüm, dışarda yağan yağmura bakıp kahvemi yudumlarken. Öğlene kadar girmem gereken sadece dört ders vardı; çok yorucu bir gün olmayacaktı benim için. İçimdeki bu huzursuzluğa rağmen öğrencilerime belli etmemeye çalışıyordum. Derslerim bittiği zaman eşim beni gelip alacaktı. Huzursuzluğumdan onu ve günün güzelliğini düşünerek arınmaya çalışıyordum. Derslerim bittiğinde okulun dış kapısına çıkmıştım. Öğrencilerim tek tek bana iyi günler dilerken bense onlara gülümsemeye çaba gösteriyordum adeta. Bir saat dolunca ayakta durmaktan yorulup içeri geçtim. Bir saat de içeride oturup müdür muaviniyle sohbet ettikten sonra sonunda telefonumu çaldırışından anlamıştım geldiğini. Geciktiğinden dolayı ister istemez sitemkâr bir havaya bürünmüştüm. Tüm gündür zaten huzursuz hissediyordum bir de onun gecikmesi bu huzursuzluğumun tuzu biberi olmuştu. “Hayatım, söz yetişeceğiz” diyerek arabanın gazına daha da basan çok sevgili eşim; gittiğimiz yolun dağ, bayır olduğunu dinlemeden kontrolsüzce gidiyordu. Yola çıktığımızda atıştıran yağmur ise yerini sağanağa bırakmıştı. Virajdan her hızlıca geçişinde stres katsayım artıyordu. “Biraz yavaş” dememe kalmamıştı ki gene virajdan geçmiştik. Arabada devamlı sarsılıyordum. Panik anlarım telefonun zil sesi melodisiyle bölündü. Çalan telefonuydu. Bizimkiler arıyordu. İki saniye sonra telefon çalması durmuştu. O ise tek elini direksiyondan bırakmış ve kimin aradığına bakmak için telefonu eline almıştı. Tekerleğin ıslak ve asfalt bile olmayan toprak zeminde kayışını hissediyordum. O vakit ne olduysa oldu işte. Yakını görmediği için telefonu evirip çeviren çok sevgili eşim direksiyon hakimiyetini kaybetti. Dört yıldır aynı kokuları almamamın, hayatı aynı göremememin, özgürce yürüyüp koşamamamın, normal bir insan gibi ihtiyaçlarımı giderememin sebebi de o doğduğum gündü işte. Her şeyin suçlusu… Bu cümleyi tamamlayamıyordum işte. Onun adını yazamıyordum o fena cümlenin sonuna. Hastaneye kaldırılışımız. Eşim neyse ki sağ çıkabilmişti. Taklalar atan yeni aldığımız, almak için aylarca çalıştığımız arabamız perte çıkmıştı. Doya doya kullanamamıştık, tıpkı benim doya doya yürüyemediğim gibi. Aramızdaki onarılamaz kopukluklar, onun kendini affetmemesi, beni gördükçe vicdanının sızlaması, benimse kendimle hesaplaşamamam, onu suçlamıyor gibi görünmeme rağmen hayatımın altüst olmasına sebebiyet verdiği için ondan içten içe nefret edişimle; birbirimize destek olup bunları da atlatırız sözlerimizin aksine evliliğimiz o kazadan sadece iki ay sonra son buldu. Yalnızlık uzun zamandır hissetmediğim bir duyguydu. Her zaman yanımda gibi görünen dostlarım, ailem, eski eşim ; şimdi ise sadece formaliteden arayıp soruyorlar ya da ziyaret ediyorlar. İçten içe acıyorlar bana. Tam tamına sekiz senedir çalıştığım her sabah beni mutlu kılan okulum, dikkatle her zaman beni dinleyen, seven destekleyen öğrencilerim… Müdür Bey’in bir sözüyle yok oluvermişti:
-Bu halde mi öğrencilerin eğitimini sağlayacaksınız hocam? Hem ben kabul etsem; veliler, onlar istemeyecek mi öğrencileri böyle bir öğretmenden ders alsın? O kadar para veriyorlar sağlıklı bir öğretmenden ders almaları en büyük hakları.
– Haklısınız Müdür Bey. Ben de bu haldeyken öğrencilerime çok büyük bir verim sağlayamam zaten.
Bunları söyleyip sekiz senedir her sabah girdiğim okula bir daha gelmemek üzere sandalyemi sürüyen öğrencime teşekkür ederek çıkacaktım ki okulun kaldırımının rampasının olmaması sebebiyle, geldiğimde de olduğu gibi, öğrencimin beni arabamla taşıması sonucu zemine erişebilmiştim.
-Hocam, siz hayatımda gördüğüm en iyi edebiyat öğretmeniydiniz. Lütfen birikiminizi bizden ayrı tutmayın…
(Ağlayan öğrencime baktım.)
-Keşke öyle bir şansım olsa Selin… Ama bu halde ne Müdür Bey benim çalışmamı istiyor ne de diğer öğrencilerin isteyeceğini düşünüyorum.
O sırada teneffüs zili çalınca bütün öğrencilerim ve öğretmen arkadaşlarım yanıma geldi: “Hocam geçmiş olsun, bizi bırakmıyorsunuz değil mi?” diye sızlanan öğrencilerim… “Hale, ne zaman döneceksin aramıza?” diyen öğretmen arkadaşlarım… “Maalesef ki bu okula bir daha gelemeyeceğim gençler, canım arkadaşlarım. Sizlere yetemem gençler….” vedalar beni ağlattığı için kısa kesmek istedim. O an onlara ayağa kalkıp sarılmak ve derse girmek istedim. “Gitmem gerek.” diyerek tekerleklerimi sürerek arabamın önüne geldim. Arabama binmeme yardım ettiler. Eşimle ayrıldığımdan beridir kız kardeşim Hande bana bir nevi bakıcılık ve şoförlük ediyordu. Hande; eve gitmeyelim zaten sen evden çıkamıyorsun gel bugün alışverişe gidelim, dedi. Ben de çok özlemiştim gezmeyi, tozmayı, alışveriş yapmayı, yeni yerler keşfetmeyi… Alışveriş merkezinin otoparkına girdik. Engelliler için olan kısma geldiğimizde hepsinin dolu olduğunu gördüm. Hande ise inatla bir yer bulacağına inanıyordu. Nasıl ya nasıl olabilir böyle bir şey diye öfkeyle söyleniyordu:
– Baksana plakalara abla, hangisinde engelli işareti var? Hiçbirinde.
Hiddetle arabayı onların tam önüne park etti:
-Çıkamasınlar buradan. Bakalım bir daha engelli yerine park edecekler mi?
Hande yapma gereği yok eve gidelim desem de inatçı kardeşime dinletemedim. Arabadan beni indirip arabama oturttu. Otopark katından çıkmak için ise sadece yürüyen merdiven vardı. Asansörler arızalıymış sözde… Yürüyen rampa neden yoktu ki? Benim gibilerin gezmeye hakkı yok muydu? Otoparkı talan edince bir köşede çalışan bir asansör bulmuştuk. O kadar uzun bir sırası vardı ki o boğucu otopark ortamında gerçekten eve gitmeyi yeğlerdim. Kimse de tekerlekli sandalyeme bakıp yol vermez… Hande sesini yükselterek beni gene utandırmayı başarmıştı. Görmüyor musunuz kadın tekerlekli sandalyede siz ise hala kendi derdinizdesiniz. Bacaklarınızı kullanabiliyorken gidin de merdivenle çıkın. İnsanlar bir anda yolu açtı. Herkes bana acıyan gözlerle bakıyordu. Bense o an sinirle Hande’ye baktım. Ne vardı eve dönseydik de şurada rezil olmasaydım. Asansöre bindiğimizde de herkes gene bana bakıyordu. Bu kadar ilgilerini neyin çektiğini merak ediyordum doğrusu. Asansör maceramız bitip ana katta inince; Hande, “Bak en sevdiğin mağaza!” diye eliyle mağazayı gösterdi. Gülümseyerek ona baktım. Beni mağazaya doğru sürüyordu. İnsanlar ise gözlerini hala üstümden çekmemişti. Mağazaya girdiğimizde basamakların varlığını gördüm; yürüyebilirken hiç dikkat etmediğim, şimdi ise en büyük korkulu rüyam olan. Rampa var mı diye bakınmıştım ki onun da olmadığını gördüm. O an yükselmiş olan moralim bir anda sulara düşmüştü. Ben bu halimle bile her şeyin eskisi gibi olacağına inanıyordum ha… İçimdeki hayal kırıklığı katbekat artıyordu. Önce okula artık kabul edilmeyişim, şimdi basit bir eylem olan mağazaya bile giremeyişim… Tüm hayatım altüst olmuştu işte. Basit bir mağazaya bile giremiyor, kendi ihtiyaçlarımı karşılayamıyorum. Hayatımı sürdürebilmem için başımda bir bakıcının olması gerekiyor, düzgün bir evlilik hayatı sürdüremiyor, arkadaşları tarafından unutuluyor, bir de bunun üstüne, yaşama sevincim olan eğitimciliğimin önüne taş konuyordu. Kendimi hiç bu kadar işe yaramaz hissetmemiştim, ağlamaya başladım. Yasalar önünde hani hepimiz eşittik? Benim yaşayabilmem için uygun koşulların bile sağlanmadığı, engelli haklarının yok sayıldığı bu dünyada, yasalar önünde hepimiz eşit sayılsaydık bile ne fark ederdi ki? Küçük bir kız çocuğu beni ağlarken görüp annesinin yanından koşarak gelip elimi sımsıkı tutmuştu oysa. Tüm umut bu çocuklarda değildi de kimdeydi?
9-C SINIFI Z. AYTEKİN