BİR ÇÖKÜŞ HİKAYESİ: LA HAİNE

“Elli katlı binadan düşen adamın hikayesi. Her katta kendini rahatlatmak için şunu tekrar eder: Şimdiye kadar her şey yolunda, şimdiye kadar her şey yolunda. Önemli olan düşüş değil, yere çarpıştır.”

1995 Cannes Film Festivali’nde Mathieu Kassovitz’e En İyi Yönetmen Ödülü’nü getiren film, Fransa’da Paris yakınlarındaki bir banliyöde yaşayan biri Arap, biri Yahudi diğeri de siyahi üç arkadaşın, şiddetli bir isyanın ardından hayatlarının yirmi dört saatlik dilimini anlatıyor. Filmin kahramanları her ne kadar birbirlerinden farklı olsalar da, bir uyum içerisindeler, birbirlerini tamamlıyorlar. Vinz genel olarak öfkeli ve agresif, sistemi ve dayattıklarına başkaldıran; Hubert ise tersine sakin ve barış yanlısı bir karakter. Said ise ortalarda bir yerde, kararsız tarafı sembolize ediyor.

Mathieu Kassovitz, filmin senaryosunu polis tarafından gözaltına alınan bir arkadaşı gözaltındayken öldü(rüldü)ğü için yazmış. Zaten film genel olarak; azınlığa, yozlaşmış polise, topluma ve sisteme başkaldıran kesime arka çıkarak ilerliyor. Yönetmen bu tip bir yol tercih ederek filmini kişiselleştirip, bir üst noktaya taşımış.

Filmde gerçekten çok etkileyici birkaç sahne var. İlk olarak, birkaç noktada geçen düşüş hikayesi. Medeniyetler, çarpana dek anlamazlar düştüklerini. Hayatta düşene kadar, o yere çarpış, dibe vuruş anına kadar ne kadar mücadele ediyoruz değil mi? Karşı koyuşlarımızla, baş kaldırışlarımızla, protestolarımızla… Hayatın ta kendisi değil midir bu, çarpış öncesi kazanılan tecrübeler ve birikimler. Çünkü filmde de altının çizildiği gibi “Önemli olan düşüş değil, yere çarpıştır.”

Filmde bu tip eleştirisel, etkileyici birçok sahne daha var fakat bunları anlatarak tatsız “Spoiler”lar vermeyeceğim. Tüm olanlara rağmen, özellikle Hubert karakteri ile, Kassovitz’in bize az da olsa umut ışığı vermeye çalıştığını düşünüyorum. Tabii genel olarak karamsar bir havaya sahip bir film. Tüm gerçeklikleriyle, saptırılmadan anlatılmış, salt bir çöküş hikayesi bu.

Belli bir kesimi ırksal, sınıfsal olarak dışlayan ve ömür boyu aşağılanmaya maruz bırakan bu sistem maalesef ki günümüzde her medeniyette mevcut. Bu insanlar açlık ve fakirliğe doğarken ve sürekli hayatta kalma mücadelesi sürdürüyorken dinmeyen öfkelerine, cahilliklerine nasıl kızabiliriz ki? Örneğin; filmde kadınlarla nasıl konuşacaklarını bilememeleri, onları birer obje olarak görmeleri tam olarak film boyunca bahsedilen sistemin suçudur. Çünkü açlığın temel sorun olduğu yerde, cehalet bir sorun olmaktan çıkar.

Film siyah beyaz çekilmiş olmasının yanı sıra yönetmenin müzikleri, kullandığı kamera açıları ve çekim teknikleri ile bütünsel ve gerçekçi bir atmosfer yaratımı da oldukça etkileyici. Filmin sonunda ne olacağına dair hiçbir uyarı yok ve her şey biranda gelişiyor. Yönetmenin bıraktığı belirsizliğe rağmen beni oldukça tatmin eden, sarsıcı bir son olduğunu söyleyebilirim.

“Bu dünya (sizindir) bizimdir”

 

 9-B Sınıfı D. ERMAN