Bir varmış; bir yokmuş
Evvel zaman içinde
Kalbur saman içinde
Develer tellal iken
Pireler berber iken
Ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallarken…
Çok uzaklarda, ulu dağların eteklerinde, coşkun akarsuları, içinde tüm hayvanların huzur içinde yaşadığı yemyeşil ormanları dillere destan olan büyük bir krallık varmış. Halk, barış içinde yaşarmış. Bolluk ve bereket tüm kraliyette hüküm sürmekteymiş. Kral herkes tarafından sevilen, cömert, iyi kalpli bir adammış. Kralın güzeller güzeli bir de kızı varmış. Altın sarısı upuzun saçları, okyanusları andıran masmavi gözleri, pespembe dudakları, hokka burnu, bembeyaz teni ile görenleri kendine hayran bırakan bir güzelliğe sahipmiş. Kraliçe, doğum sırasında hayatını kaybettiği için baba kız birbirlerine çok düşkünlermiş. Kral kızının bir dediğini iki etmez, kızı da babasının dediğini ikiletmezmiş. Beraber mutlu, mesut yaşayıp giderlermiş. Yıllar böylece geçip gitmiş. Prenses 18 yaşına geldiğinde kral, kızını diğer krallıklara tanıtmak ve kızına uygun bir prens bulmak amacıyla büyük bir balo tertip etmiş. Dünyanın dört bir tarafına haberler salınmış ve tüm kraliyetlerde hazırlıklar başlamış. Saraya en yetenekli şefler çağrılıp leziz yemekler yaptırılmış.
Gün gelip çattığında davetliler akın akın gelmeye başlamış çünkü iyi kalpli kralın seveni çokmuş. Prenses Teresa, yerlere kadar uzanan, pudra pembesi elbisesi içinde tüm dikkatleri üzerinde topluyormuş. Tüm davetliler sarayın dört bir yanında dans edip eğleniyorlarmış. Kutlama tüm hızıyla devam ederken Prenses Teresa, babasının biriyle tartıştığını fark etmiş ve onların yanına gitmiş. Babasının tartıştığı adam bir anda cebinden bir asa çıkartmış ve prensese doğrultup “Papilyonus” diye bağırmış. Güzeller güzeli prenses bir anda dev bir kelebeğe dönüşmüş. Herkes dehşet içindeymiş. Kral olduğu yere yıkılıp kalmış. Kötü adam ise bundan faydalanarak saraydan kaçmış. Kralın büyücüsü hemen olaya el koymuş. Bu kara büyüyü bozacak yegâne iksirin yapılabilmesi için adamotu bitkisine ihtiyaç olduğunu, bunun da sadece ve sadece karanlık ormanda bulunduğunu söylemiş. Ancak bu bitkiyi ormanda cin perileri korumaktaymış. Bitkiyi oradan almak neredeyse imkansızmış. Kral devreye girmiş ve demiş ki: “Kızımı kurtaracak bu bitkiyi bana getirene kızımı vereceğim.” Bunu duyan cesur adaylar karanlık ormana doğru yola çıkmışlar. Kaybedilecek zaman yokmuş, çünkü kelebeğin ömrü sadece bir günmüş. Gel gelelim, adamotunu bulmak ve yerinden çıkarmak çok tehlikeli, hatta neredeyse imkansızmış. Çünkü sökülürken kökleri zarar gördüğünde çok zehirli bir gaz çıkarırmış ve öyle yüksek bir tonda bağırırmış ki etraftakileri sağır eder ve öldürürmüş.
O gece karanlık ormandan yükselen çığlıklar prenslerden mi yoksa adamotlarından mı gelmişti? Güneş doğmuştu. Karanlık ormanın dört bir yanı prens cesetleriyle dolmuş, hayatta kalan prenslerin de umudu yavaş yavaş kaybolmaya başlamıştı. Adamotları hakkında bilgiye sahip olan prens Blaise hiçbir prensin düşünemediğini düşünüp kulaklarını “Falaenopsis” bitkisiyle tıkayıp peleriniyle de ağzını ve burnunu sıkıca kapatıp küçük bir adamotunu yerinden sökmeyi başaran tek prensmiş.
Sarayda büyük ümitle gelecek prensi bekleyen kalabalık, kendilerine doğru dört nala gelen atlıyı görünce sevinç çığlıkları atmışlar. Büyücü, Prens Blaise’in getirdiği adamotunu alıp özel formülleriyle gerekli iksiri hazırlamış ve iksiri bütün gece sarayda oradan oraya uçtuğu için halsiz düşen kelebeğin üzerine dökmesiyle kelebek eski haline dönüşmüş. Herkes rahat bir nefes almış. Prenses Teresa, kendisini kurtaran Prens Blaise’i görünce bir anda yıldırım aşkına tutulmuş. Kral söz verdiği gibi evlenmelerine izin vermiş. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.
9-B SINIFI K. TUĞLACIYAN