TARHANA KOKULU EV

Bir yaz gecesi, kulaklarının uğuldadığını gözlerinin karardığını hissediyor.
Bacakları çözülüyor aniden…
Kararan gözleri kendisini bir tüy gibi yere bıraktırıyor…
Artık uzanmış, umarsızca duruyor…
Gözleri kapalı, yarı baygın…
Yer sarsılmayı kesiyor…
Her şey sanki iki dakika öncesine dönüyor…
Ama dönemiyor, her yer yıkık…
Üzerinde ona baskı yapan beton yığınlarından kendine nefes alacak bir alan açmaya çalışıyor.
Önündeki demir ve moloz parçalarını iteliyor.
Kolundaki saate bakıyor, içinden bir küfür savuruyor yarın erkenden uyanacağı için.
Yastığı yok, ellerini başının altına koyuyor…
Bir anda bayılır gibi uyuyakalıyor.
Sabah 6’da uyanıveriyor, alarmının sesi onu deli ediyor adeta.
Karısı gene akşam yemeği için tarhana pişiriyor
Evin kendi has kokusu olan tarhana boğucu bir biçimde bütün salona yayılıyor.
Midesi bulansa da üzerine molozlar çökmüş olsa da gidiyordu işe.
Tahammülsüz patronu onu bu sefer kovmaya teşebbüs etmeseydi bari.
Karısının önüne koyduğu zeytinle peyniri eşeleyip üzerine gri iş tulumunu giyiyordu.
Tulumu dün gece üzerine düşen molozlardan ötürü biraz hasar görmüştü, ancak giyecekti mecbur.
Kolları ,dökülen binanın parçalarından zar zor hareket ediyordu.
İşe betonların arasından yürüye yürüye vardı.
Yollardaki yıkılı evlerin arasından umarsızca yürümek sabah sabah kafasına bir şey düşme olasılığından dolayı onu bir hayli ayıltıyordu.
Kara batmış gibi betona gömülü vücudunu, ayağında bu botları olmasa aşamayacaktı heralde.
İşe varıyor, patronu her zamanki gibi beton yığınlarının içinde olsa bile giyinmişti gene güzel kıyafetlerini.
Ay sonu geliyordu, şu deprem işi bozsa da arayı iyi tutmak gerekiyordu, maaşını alıp kurtulmalıydı.
Patron, “Bu depo hasar görmüş, malzemelerin paketleri patlamış sarsıntının etkisiyle;düzeltiniz.” Diyerek günün işini buyuran bir ses tonuyla müjdeliyordu.
Depo ise yürünecek gibi değildi, boyuna kadar beton, moloz içinde yüzdüğü yetmiyor gibi şimdi de sırtına batan depoda paketleri patlamış çivileri hissediyordu.
Depoyu toplamaya çalışsa da hem omuzlarında hissettiği deponun yıkılmış tavanının molozları onu alıkoyuyordu.
İçinden de hiç gelmiyordu zaten kendisine bile ait olmayan bir depoyu çekip çevirmek, bu meşakatli işe soyunmak…
Sırtına batan çivilerle beraber oturuyordu artık kuytu bir köşede
Mesai bitimine kadar kah uyuyor, kah kendisiyle beraber sözde depo toplayan depocularla iskambil oynuyordu.
Saat 6 olduğunda deponun zili çalmış ve bütün işçiler buradaki beton yığınından ayrılıp evlerine dönebilmek için bir başka moloz yığınına doğru yüzüyorlardı.
Bizimki ise kolları dökük alçılara, çıkmış demir parçalarına çarpa çarpa dönüyordu o sıcak yuvasına (!)
Artık evlerinin bir kapısı da kalmadığındandır dalıvermişti içeri.
Kırık cam parçalarına basmamaya özen göstererek düşüncelere dalıvermişti.
7.4 şiddetinde depreme yakalanmıştı, ne de olsa evlerinin kapısının kalmaması da evlerinin dökülmesi de oldukça normal bir olaydı.
Bu sabah yaptığı gibi o yığıntıların altından çıkıp işe gitmeyecekti de ne yapacaktı?
Gözleri karısını aradı, ne yapıyordur şimdi o bakımsız kadın?
Buluşmuştu gözleri. Karısının boş bakan gözleriyle kendisinin sıkılgan bakışları.
Cam parçalarını kollarını kesmiş olacaktı ki karısı kanlı kollarıyla sofra kurmanın derdindeydi.
Girer girmez fark ettiği her evin kendine has kokusunun olması da bu evde kendisini tarhana kokusu olarak gösteriyordu.
Adama gelen bu kokunun ve her akşam pişirilen tarhana çorbasının kendisini bu kadar iğreti ettiğinden karısının haberi yoktu.
Nereden mi çıkmıştı bu karısındaki tarhana aşkı?
İlk yıllarında beraber gittikleri bir kebapçıda kaselerce tarhana içtiğini gören karısı, o günden itibaren aklınca kocasını mutlu edebilmek için her akşam tarhana pişiriyordu önüne.
Kanlı kollarından damlayan kanların kirlettiği beyaz masa örtüsüyle sofrayı hazırlamıştı karısı.
Adam ise isteksizce kaşıkla yoklamıştı beyaz kasenin içindeki tarhanayı.
Bir iki kaşık içtikten sonra da bırakmıştı kalanını her zaman yaptığı gibi.
Karısı ise içerlese de belli etmemeye çalışarak başını öne eğmiş ve çorbasını içiyordu.
Ayrıca kocası bu denli tiksinerek içse dahi eline sağlık dediği için bırakmıyordu yapmayı.
Bir nevi anlamıyordu kocasının bunca yıldır nefret ettiğini.
O gün ise ter kokan, demirli molozlu yığınların arasından çıkıp eve gelmiş kocası bu sefer ellerine sağlık demediği için kendisini öldürülmüş gibi hissediyordu kadın. Kafasında idealize ettiği ilişkide olması gerektiği gibi bu öfkesini kocasına açacak ve ona olan bu kırgınlığını anlatacaktı.
Tam ağzı açılırken kocasının sırtına, başına yağan molozların onu iki büklüm ettiğini görüyordu.
Ama hayır, hiçbir zaman vazgeçmediği gibi bu sefer de vazgeçmeyecekti laflarından, ne varsa içinde kusacaktı kocasına.
İki büklüm kalan adama söylenerek : “Ee alıştın tabi her akşam sıcak çorbaya, bir teşekkürü çok görürsün bana…” demişti bir çırpıda.
Sinirden kızaran karısına bakan adam, üzerindeki döküntülerden güçlükle nefes alıyordu.
Bir anda başına düşen molozları daha derinlerde hissetmişti.
Sinirinden kızarıp bozarsa da,  koca bir demir parçasının tavandan büyük bir hızla düşüp kadının sırtına girdiğini gördüğünde, o yüzündeki kırmızılığın yerini baygınlığa bıraktığını anlamıştı adam.
Karısının boynu yavaşça öne düşmüş, olduğu sandalyede yığılıp kalmıştı
İrkilen adam ise masaya -dün depremden tablası kırılmış masaya- sıkıca tutunmuştu.
Bu molozlar içinde kalmış, molozların arasında eriyen hayatı; etrafını sarmalayan, yanından hiç ayrılmayan molozlarla sonlandırılmasından korkuyordu.
Başına yağan taşlar, kafasını az önce yağan molozlardan daha yoğun bir biçimde kanatıyor, kesiyordu.
Ellerini başına götürdüğünde ellerine bulaşan kan da onu bir fena yapıyordu.
Derin nefesler alarak solunumunu düzenlemeye çalışıyor ancak ne kadar derin nefesler çekse de o molozların arasında, o çöplükte artık ona yetecek kadar oksijenin kalmamış olduğunu anlıyordu.
Alnından akan, korkulu soğuk terlerdi ona ölümün döşeğinde olduğunu fark ettiren.
Alnındaki ter damlacıklarını eliyle silip ıslanmış eline bakmıştı.
Başı dönüyordu, yardım çığlıkları atsa bile biliyordu artık sesinin duyulmadığını ve hoş, alımlı bir kadının kendisini bu molozların arasından kurtarmaya tenezzül bile etmeyeceğini.
O hayallerini süsleyen kadın, hiçbir zaman onun olmayan ve olmayacak olan, sadece bir hayaldi ve her zaman hayalden ibaret kalacaktı.
Bu, vücuduna acıyla karışık öfke salgılıyordu.
Gri tulumunun üzerinden yok olduğunu hissediyordu.
Parçalarına ayrılıyordu sanki kıyafeti.
Çırılçıplak kalmıştı o molozların altında
Artık ne o molozların arasında sürdürdüğü minik hayatta sahip olabileceği bir alan için çabalayacak bir mecali ne de yaşamın manzaralarını bile göremediği, sürekli su basan bodrum katta bir moloz yığınında sürdürmeye isteği kalmıştı.
Acaba az buçuk köşeyi dönmüş olsa her şey gene böyle mi olurdu?
Acaba farklı olan ne olurdu? O kadın, patronunu bırakıp onunla olur muydu?
O ışıltılı hayatın içinde patronu gibi olur muydu mesela?
Molozların altında kokmaya başlayan, karısından hiçbir zaman doğurmasını istemediği ölmüş çocuğuna bakmıştı son bir kez.
Çirkin bir erkek çocuk.
Susmasını bilmeyen, karısının bakmaktan anlamadığı.
Sahi seçtiği bu molozların arasındaki hayat mıydı asıl hayat olan yoksa birazdan bunların hiçbiriyle karşılaşmadığı aydınlıklar mıydı o yaşanması gereken gerçek hayat.
Şüphesiz, aydınlıklardı cevap; lakin adam henüz kafasında bunun muhasebesini yapamadan düşüncelerin tek tek aklından uçuştuğunu hissetmişti.
Boş, simsiyah bir ekrana dönüşmüştü kafası.
Hareketsiz bedeniyle, artık kavuşmuş muydu acaba o aydınlık hayata?
Bilinmez.

 

Z. AYTEKİN /11-E SINIFI