Eve kapanışımızın üstünden koskocaman bir yıl geçmiş. Ne biz zamanın akışına ayak uydurabilmişiz ne de “zamana bıraktıklarımızdan” bir geri dönüş alabilmişiz. Ucunu göremediğimiz bir tünelde tam gaz gidiyoruz sanki ama nereye gittiğimizi veya ne zaman varabileceğimizi bilmiyoruz. Bu geçtiğimiz bir yılda; kısacası önümüzü görmeden girdiğimiz uzun, ortak bir yolun varlığını biliyoruz sadece. Tünelin sonundaki beyaz ışığı görene kadar camdan dışarıyı mı izlemeli peki? İşte tam bu noktada insan beyni hayal kurmaya, umut etmeye başlıyor ki bu da tam sizinle paylaşmak istediğim noktaydı.
Biz, insanoğlu, çok çabuk sıkılan canlılarız. Yeni bir dizi izlemeye başlarız, dizinin 40 dakika sürmesi bile bizi diziyi izlemekten vazgeçirir. Yeni şarkılar keşfederiz; anın yarattığı şehvetle, mutlulukla, yeni şarkı bulmanın hevesiyle cıvkı çıkana kadar dinleriz ve ertesi gün sıkılırız. Demek istediğim şu ki: Önümüzü göremeden gittiğimiz bu yolda, bizim farkında olmadan, gaza basmamızı sağlayanın aslında hayal gücümüz ve umuttan başkası olmadığıdır. Peki ya bir zaman sonra umut etmenin bile fayda etmediği bir noktaya gelirsek ne olacak? Ben, kendi umudumu, yolumu kaybetmemek için içinde bulunduğum arabayı kendime göre şekillendiriyorum. Örnek vermek gerekirse: Koronavirüs gerçekten bir tehdit oluşturmaya başladığında ilk önce Turgenyev’in Babalar ve Oğullar kitabındaki Bazarov’u uyandırdım. Onun gibi bir bilim insanının bu durumda ne yapacağını çok merak etmiştim. Ona kendi döneminde böyle bir pandemiyle karşılaşsalar ne yapacaklarını sorduğumda bana pek tatmin edici bir cevap vermedi, fakat şimdiye nazaran bu durumun üstesinden çok daha hızlı bir şekilde geleceklerinin teminatını verdi. Bazarov’u ziyaret ettikten sonra durağım B-612 asteroiti oldu. Küçük Prens’i bulmak biraz zor oldu çünkü hala yerinde durmayan, zamanın onu eskitmesine izin vermeyen biriydi. Hepimizden daha canlıydı. Küçük Prens’e, pandemiyi yaşasaydı umudunu elinde tutabilip tutamayacağını, sordum. O, hala tanıdığımız gibiydi; duygusaldı. O yüzden bu süreçteki “umut” u en çok onunla konuşmak istedim. Tabii, başta çok korktu. Onun için dehşet verici bir durumdu; eve kapanıp, aylarca karantinada kalmak… Ama bir virüsün, içindeki çocukluğu öldüremeyeceğini söyledi. Ayrıca yetişkin, yaşlı veya çocuk; hiç kimsenin umudunu kaybedebileceğini düşünmediğini söyledi. Umudun, çocukluktan beri içimizde yeşeren bir fidan olduğunu ve kendi içimizde söz sahibi olmadığımızı da ekledi. O konuştukça ben daha mutlu oluyordum, akan zamanı yakalamak için daha da hızlanıyordum. Küçük Prens’in asteroitinden Dünya’ya geri döndüğümde diğer durağım Kafka’nın yanı oldu. Kafka beni öncekiler gibi sıcak karşılamamıştı çünkü meşguldü. Onu yanlış zaman dilimini ayarlayıp ziyaret etmiş olmalıyım ki hastalığını, tüberküloz, yaşadığı evresine denk gelmiştim. Yüzü soluktu ama ayağa kalkabilecek enerjiyi hala bulabiliyordu kendinde. Kafka gerçekten uzaktan görüldüğü gibi soğuk biriydi ama güven verici bir yanı da vardı ve o yanı daha baskın oluyordu karşısındaki için. Soğuk çekicilik diye adlandırabilirim sanırım bu yanını. Ona bugün içinde olduğumuz durumu anlattığımda şaşırmamıştı. Kafka, hiç beklediğim tepkileri vermiyordu. Biraz olsun şaşırmasını, daha çok sorgulamasını, merakını görmek istiyordum. Onun yerine bana, defterini açıp henüz daha taslağını bile tamamlamadığı hikayesinden bahsetti. Hikâye; henüz benimle görüşmeden önce “ütopik” olarak adlandırdığı yeni bir kitabının gelişigüzel anlatılan bir özetiydi. Hikâyede; hatırladığım kadarıyla, insanlık yok olduktan sonra evrimini epey ilerletmiş virüsler tarafından ele geçirilmiş bir Dünya’yı ve yepyeni bir yaşamı konu alıyordu. Bugün ben, olanları anlattıktan sonra bir anda yırttı defterden hikâyenin yazılı olduğu sayfaları ve geldiğimden beri ilk defa gülümsedi. Teşekkür etti ve ilham perisi olup olmadığımı sordu ve hemen başka bir hikâye yazmaya koyuldu.
Ayrılırken Kafka’nın yanından, hastalığının verdiği yorgunluğa rağmen, yazmaya olan sevgisinde hiç azalma olmadığını; bizim dönemimizde yaşasaydı içinde olduğumuz durumu kendince umut dolu şekillendirebileceğini anladım. Kafka’dan sonra Namık Kemal’e, Robinson Crusoe’a, Hamlet’e, Bay C’ye, Pollyanna’ya, Harry Potter’a ve daha nice kurgusal karakterlere uğradım. Hepsiyle konuştuktan sonra önümdeki uzun tünel bitene kadar ziyaret edeceğim her kişinin listesini çıkardım. Belki tünelin sonundaki beyaz ışığı görmek güçtü ama benim bolca vaktim vardı.
11-B SINIFI M. ÖZTÜRK